Salı, Haziran 28, 2005

Patron

bizim okulun, "resmi öğrenci forum sitesi"ni bırakıyoruz elimizden öss ayağına kendimize bırakacak adam arıyoruz. onun için bi adaylıklar, bi formlar, bi mülakatlar yaptım ki sormayın kendimi baya patron (tuncay neydi soyadi adamın?)* gibi hissettim... çırak seçiyoruz kendimize kolay mı? =) ayrıca "neden böyle düşünüyosun" gibi sorular sorarken psikolok gibi hissetmedimde değil =)

ay bugün biraz kızardım hızlı kaşıyınca acıyo bea! =) ya aklıma gelsene ne yazcaktım ben ya.... onu yazana kadar neler yazdım ayaküstü...

*:edit:"özilhan" olmalı soyadı...

Laflar

ya başka bişi yazacaktım ama unuttum o yüzden bunu yazayım =)

Ya hani insanların grupça ağzına takılan sözcükler vardır. hani bir esprisi vardır herkes bilir. mesela bizim "hector" vardı. ya daha gırla varda... geçen sene "ayaküstü, giderayak" fln diye bişey vardı. bu ara nerden çıktıysa; o, ağzıma yapıştı. ama bu gene iyi...
İnsanları gruplara ayırmayı sevmem ama, hani illa ayırırsak. "tikky" denilen tayfa varya. onların genelde kullandığı sözcükler nasıl girdi ağzıma ben onu anlamadım.. böyle sürekli "gayet, falan" diyorum. hani avrupa yakasını da çok seyreden biri değilim ki selin'den kapmış olayım... çevremde de öyle konuşan pek insan yok... öyle bi yerlerede takılmadım... ama sadece ben dikkat etmedim, başka insanlarında fark edebileceği bir seviyeye ulaştı. krokunç!

ya hay bin kunduz!

ben bişey yazacaktım, unuttum!

Pazartesi, Haziran 27, 2005

Maraton İPTAL!

Okumuşsanız bilmiş olduğunuz gibi, bilgisayarı toplamadan önce iki gün, yani 48 saat kesintisiz bir bilgisayar oynama planım vardı. ama gerçek insanlarla vakit geçirmek istediğim için o nu iptal ettim. çünkü zaten bu aralar baya bir bilgisayar oynuyorum yani... ya o insanlardan 1 sene sonra ayrılacağım şimdiden çok koyuyor.. o yüzden böyle oldu haberiniz olsun... hatta Apocalypse'in bile tam ne gün olacağı kesin değil... herhalde perşembe gece olur ya... neyse artık kısmette ne varsa o olacak... ya ben yazı yazma isityorum aslında, ama hiç içimden gelmiyo, ambivalenzlerdeyim hatta dekadent'im nerdeyse... =)

Cumartesi, Haziran 25, 2005

Bir durun yahu..

Ya ben bir sürü birşeyler yazacaktım, böyle anlamadım ne olduğunu... saat kaç olmuş ben yarın erken kalkıcam... öfff pöffff

Perşembe, Haziran 23, 2005

7 Days 'till Apocalypse

"Kıyamet"e bir hafta kaldı. Nedir kıyamet? Kıyamet tam 7 gün sonra olup, 1 Temmuz'a denk gelmektedir... O gün benim bilgisayarım tam 1 seneliğine toplanmış olacak. Evet ÖSS'ye çalışmak için odamdaki bilimum dikkat dağıtıcı şeyle birlikte bilgisayarımıda kaldırıyorum. Biliyorum üzücü, biliyorum şaşırtıcı ama öyle olması gerekiyor bence...
Tabi kıyametten önce -bir problem çıkmazsa, ki çıkmaması gerekiyor- "maraton"um var... 29-30 haziran günleri 48 saat boyunca bilgisayarı kapatmıyorum ve olabildiğince bünyem el verdiğince başında oturuyorum... Artık oyun mu dersiniz, chat mi, surf mu... ne olursa... Nostalji olsun diye irc'ye bile girerim büyük ihtimalle... Sabah 5.00 sularında bilgisayarı kapatıp; bütün odayı topluyorum kısmetse...
Bir ufak ayrıntı var, Kıyametten sonra ki 2-3 günde, -pazartesiye kadar-, büyük ihtimalle derse başlamayacağım ama hazırlıklarına başlayacağım... Kitap almak, program yapmak gibi... O günlerde de boşum da bilgisayar yok sadece... ve tabi ders çalışıcam diyorsam 24 saat değil, benim için imkansız zaten... Kesin bir program ayarlayabilirsem ve uygulamayı başarabilirsem koyarım buraya...
Son bişey bunu yazıcam zaten son yazıda falanda ama genede yazayım aklınızda bulunsun... E-mail'ımı kontrol edicem, minimum haftada bir kere dolayısıyla her zaman e-mail yoluyla bağlantı kurabilirsiniz... Burayada elimden geldiğince çok yazı eklemeye çalışıcam... ama neyse artık... bakıcaz, görücez... önümüzdeki maçlara bakıyoruz...

Ben yatayım artık, sonra sabah 8.30'da burnum kanayarak uyanmayayım gene...

Hellblaster Volley Gun

-Meeendiz bey, meeendiz bey! Üzerimize bir dev, bir sürü goblin ve daha göremediğim bir çok şey geliyooooo…
-Koçum önce sakin ol… Şimdi sandalyeden kalkmama yardım et.. Oy oy oy dizelerim nasıl tutulmuş biliyo musun? Heeeh… gelenler şu ilerdeki karartılar mı? Biraz toparlanalım yahu.. Şu ufak kolu çek!
-Hangi ufak kol? Bi sürü ufak kol var burda..
-Öfff çekil bea… Emaaaaaan… Sen Sigmar’a şans için yalvar.. İhtiyacımız olacak…

Sabahtan beri uğraşıyordum, bitti sayılır sonunda… (tabiki bu değil benimki, bu profesyoneller tarafından boyanmış, üstüne üstlük ben daha adamları boyayamadım =) ama boyayacağım elbet.. ) Adama çekicide ayarladım sayılır. “Yeşil şey” gelince o da olacak Allah bir keder vermezse.. =) Cumartesi turnuvada var zaten eman allah..

Pazartesi, Haziran 20, 2005

Gece kolpaları, sıkışları..

Kuzenim yurt dışındaydı ve orayla alakalı bir durumu anlattıktan sonra; "Yani ikiyüzlü oluyosun eninde sonunda" dedi. Sanki hiç iki yüzlü değilmişiz gibi? Değiliz falan demeyin Allah aşkına, bırakın bu ayakları... Hepimiz bazen ikiyüzlü değil miyiz? (bu sözün "tikky", "orc" gibi versiyonlarıda bulunmaktadır :)
Aynı şeyi başka klişe sözlerde de yapıyoruz. Yok efendim neymiş: "Benim hayatta hiç pişmanlığım yok, her yaptığım şeyden memnunum." Hade ya? Bak sen! Yahu her insan -ya da kendi adıma konuşsam daha doğru herhalde- hayatını pişmanlıklarının üstüne kurar bea! Yaptıklarında hataların olacak, o hatalarından pişman olacaksın ki bir daha yapmayacaksın...
Sonra yalan söylemek var. (geçen girişinide yazmıştım bunun..) Güya hepimiz dürüstüz. Tamam dürüstüzde hep değil tamamen değil... "Aaaa ayol ben yalancıları hiç sevmem!" Yahu insanoğlu sende yalancısın... İşin zora geldi mi, şeye şemsiye yanaştı mı, çevir hemen bir dümen... Yalan değil mi bu? Yalaaaan da o beyaz yalan... Yalanın beyazı, karası olmaz... Nike'ın çıkardığı "Livestrong" bileziği mi lan bu renk renk?
Hea ama bunları yapmayın demiyorum zaten. Madem yapıyosunuz yapmıyoruz demeyin. Hepimiz biliyoruz, hepimiz yapıyoruz. Evet sen, Liv Tyler sende ossuruyosun bazen (hoş hiç inkar ettiğini görmedim de :); evet sen başı örtülü hanım teyze sende yalan söylüyosun; evet sen Brad Pitt sende duşta işiyosun (onunda inkar ettiğini görmedimde)...
Dediğim şu ki ikiyüzlü olmayın, neyseniz o olun ve onu söyleyin.... vermeyin kolpaları, sıkışları....

PS.Saat 11.30 da msn'de konuşulamayacak kadar çok kişi vardı; şimdi nereye gittiniz? nie uyuyonuz lan bu saatte... aboo saat 3.30 olmuş ayaküstü.... geri aldım lafımı. Ama cümleyi silmedim neden? çünkü siz msn kullanmaya başlayıp icq'yu kapayanlar... Evet, siz utanıp yüzünü yere çevirenler siiiiz! Utanın ulan utanın o icq kaç tane karı-kız işinizi bağladı sizin? kaç kere son anda bi sınavı haber verdi ha? bu mudur lan saygınız, bu mudur lan olayınız???

Pazar, Haziran 19, 2005

Doğum günü...

Dün doğum günümdü efendim. Neyse pek sevmem doğum günlerini, hiçte kafama takmam ama bu seferkinin hepsinden farklı bi atraksiyonu vardı. 18 yaşına girdik efendim. Artık bende nüfus kağıdımı alıp; kimseye bağlı olmadan, istediğim heryere gitme, istediğim şeyleri yapabilme hakkına sahibim. Teoride böyle bu iş... Ülkemizde böyle olmadığını zaten hepimiz biliyoruzda.... eee şey... bende olayı yaşayan biri olarak ayrıcanak söyliyim canım noolcak? =)
Bir kere insanın fizyolojisi değişmiyor... =) Kesinlikle organlarınız falan aynı kalıyor. Valla kişilik değişimine gelirsek; misal: "18 yaşından sonra kızların peşinde koşmaz" tezini çürütecek bişeyim yok elimde... Zaten çok koşan bi adam değilim ve saat 2.23 te de koşacak halim yok =) Ama şu ana kadar psikoljik, felsefik, metafizik bir değişimde yaşamadım... Zamanla yaşarsam onlar 18 yaşın değil zamanın getirisi olurlar... O yüzden o da değişmez bence... (ben sana dedim dimi? o isimde adamdan bir halt olmaz :) 1-2 kere tutturdu diye...)
Sonra efendim insanların size karşı tutumlarıda değişmiyor. Bakın aynen aktarıyorum.
Yer:Bizim ev, oturma odası Saat:01.30 civarları
Anne ütü yapmaktadır, oğul ise böyle yavuşak yavuşak zıplayarak gelir. Geyik yaptığını çaktırmamaya çalışarak elinden geldiğince ciddi bir sesle:
"Anne artık 18 yaşında oldum. Lütfen nüfus kağıdımı verir misin? Gece dışarı çıkıcam!"
"Ya git başımdan!"
voynk voynk voynk! (yarışmalarda elenince yarışmacı bir ses çıkar ya ondan)
Burdan benden genç olanlara sesleniyorum. "Hey, sen ordaki! Şişt sana diyorum gözlüklü! Normal bi doğum gününden umduğundan fazla bişey umma 18. doğum gününden. 18 yaşından da..."
Bak annem hâlâ içeriden bağırıyo..
"Yeter diyorum Mert sana" diye...
Uykumda geldi zaten...
Yaaaa oldu görürsem söylerim...

Cumartesi, Haziran 18, 2005

Okul kravatları

Ne acayip ya.. Okulda onca saat okdr şey yaşıyoruz, sonra eve geliyorsun, kravatını gevşetip çıkartıyosun ve büyük çoğunluğunu unutup gidiyorsun... Oysa yaşadığun olaylar, hatıralar, deneyimler o kravatın düğümleri arasına saklanıyor.. sonra sen onu çıkartıp koyunca gidiyor...

Hele en son bir kravat çıkarma var o çok fena... Senelerdir görüyosun aynı insanları sonra bir gün o kravatı büyük ihtimalle bir daha takmamak üzere çıkartıyorsun ve o adamların çoğunu hayatının sonuna dek görmüyosun bir daha...

ulan hayat ne acayip? nerde o insanlar şimdi? benim kravat yerine papyon taktığım günlerdeki insanlar nerde? aha! bugün kaç tanesi burda? bundan filanca sene filanca gün önce hepsi günün 8 saati yanımdaydı...

harbi çok acayip bişey şu hayat...

Yazamıyorum...

Allah allah, aklımda yazazcak bir sürü şey var. Planladım falanda kafamda ama nedense yazamıyorum... Bak ya sinir oldum... Bir yazı için şöyle bir başlangıç yazdım çok zorlama oldu o yüzden yazmayacağım... Belki sonra yazarım bunu ya da diğerlerini

"Excalibur filminde Kral Arthur, Merlin'e en önemli erdem'i sorar. Merlin önce cevap vermek istemez sonra, en büyük erdemin dürüstlük olduğunu söyler. Sonra Ultima Online'da, Lord British'in "8 Erdem"inden ilki de dürüstlüktür. Ben de severim dürüstlüğü ama yalan da söylerim. Onlar da söyler, sen bunu okuyan sen de söylersin. "Ben söylemem" diyen de söyler... Ama tabi dereceleri var; sıkışları, kolpaları vermem; vereni de sevmem. Dötümü kurtarmak için söylerim yalan genelde. Birkaç tane klişe yalan vasıtasıyla söylemek istediğim şeyler vardı o yüzden bunları yazdım uzun uzun... =)"

Cuma, Haziran 17, 2005

Özgürlük

Rehberlik dersinde, rehber hocamız Ayşe Yollu bize bir soru sorarak derse başladı. “Özgürlük nedir?” Sadece özgürlüğün tanımında bile değişik fikirler vardı. Oysaki bir kelimenin anlamı herkese göre aynı olmamalı mı? Bazı kelimler herkese farklı mânâlar uyandırıyor demek ki.

Bence özgürlük, herkesin istediğini yapabilme hakkına sahip olmasıdır, tabiki bazı sınırlar çerçevesinde. Peki bu tanım ne kadar doğru?

Belki de öncelikle tanımda ki çelişkiyi ortadan kaldırmak gerek,hem “istediğini her şeyi yap” deyip, hem “sınırlar koyarsak”; özgürlüğü hapse mi atarız? “Birinin özgürlüğünün bittiği yerde, bir diğerininki başlar.” Özgürlük deyince çoğumuzun aklına ilk gelen cümledir; bu çelişkinin cevabı. Özgür olmak sınırsız olmaktır. Ama herkes sınırsız olursa; bu hayat nerede başlayıp nerede biter? İşte bu yüzden “özgürlük” kelimesini bile kısıtlamış insanoğlu. Herkese bir bahçe vermiş, “İşte burada oyna ama sakın diğer bahçelere geçme” demiş. Aynen Tanrının Adem’e dediği gibi. İnsanoğlu sınırlı bir sınırsızlığa mahkum. Komik değil mi?
Tanımda “istediğini yapabilmesidir” yerine “istediğini yapabilme hakkına sahip olmasıdır” dedik. Bu da bizim sınırsız özgürlüğümüzle çelişiyor. Bunun sebebi şudur; özgürlük doğrudan eşitliğe bağlıdır, eşitliğin olmadığı bir yerde özgürlük de sınırlı olur. Bir kişinin bahçesinde havuzlar, tenis kortları varken; diğerinde ancak tek kale top oynanacak alan varsa; insan nasıl özgür olabilir ki? Her insan bir Ferrari’ye binmek ister, ama binemez. Özgürlük Ferrari’ye binebilmesi midir peki? Binemeyen adam özgür değil midir? Özgürdür. Peki, neden binemiyor, Ferrari’ye? Yoksa özgürlük o arabaya binebilme hakkına sahip olmak mıdır?

Özgürlük tanımını bile sınırlandırıyorsak, bu nasıl bir düşüncedir?

Atalarımız her ne kadar bazen birbirleriyle çelişkili sözler söylemiş olsalar da, aslında hep doğruyu söylemişlerdir. “Ademoğlu çiğ süt emmiş.” “Bal tutan parmağını yalar.” sözlerini ve deminki iki sınırlandırmayı birleştirelim.
1984 romanın yazarı George Orwell, önceleri Rus Devrimine inananlardandı. Bu ütopyaya o da pek çokları gibi kendini kaptırmıştı. Fakat gerçekleri gördükten sonra şunları yazacaktı:
Her hayvan eşittir, ama bazıları daha fazla eşittir.
Tamamen eşitliğe dayanan bir sistemde bile eşitlik olmazken, dünya üzerinde eşitlik nasıl olabilir ki? Eşitliğin olmaması güçlü ve güçsüzü ortaya çıkarır. Ama dedik ya “Adem oğlu çiğ süt emmiş.”, güçlü olan güçsüzleri koruyacağına daha çok güç peşinde koşar. Güçlü özgürlüğünün sınırlarını her gün büyütür; başka bahçeleri kendi bahçesine katarak. İşte bu yüzden tanımıza sınırlandırmalar koyarız. Güçlü, güçsüzü ezmesin diye. Ama kurallar, tanımlar yıkılmak içindir.
Dünyanın her yerinde insanlar eşit doğar, derler. Güzel bir hayaldir ama sadece hayaldir. Bir hayvanın iki, diğerinin dört bacağı varken nasıl eşit olabilirler ki? Nasıl istediklerini yapabilirler ki? İki bacaklı tavuğa, doğa yasasını koymuştur: “Sen en çok falanca hızla koşabilirsin.” diye. Daha hızlı koşmak isteyen tavuk nasıl özgür olabilir ki? Annesinin karnından kara derisiyle çıkan Amerikalı çocuk nasıl özgür olabilir ki?
İşte bu yüzden özgürlüğün, sınırsız özgürlüğün, sınırları vardır.

Yok mudur peki sınırsız özgürlüğü yaşayanlar? Olmaz mı? Ama şaşırmayın, sınırsız özgürlüğü yaşayanlar güçlü olanlar değillerdir. Onların da sınırları vardır. Tavuktan hızlı koşan kedi hayatının sonuna kadar uçmayı öğrenemeyecektir. Asıl özgür olanlar, özgürlüklerini arayanlardır.
Martı Jonathan Livington özgürdür. Ama özgür olmasının sebebi özgür doğması değildir. Özgür olmayı istemesidir. Diğer martılar balık avlarken o istediği şeyin peşinden koşmuştur ve yüz kırk mile ulaşmıştır, özgürlüğüne ulaşmıştır.
Santiago mutlu bir çobandır kendince. Fakat Salem Kralı ona hayallerini sunar. Kutsal menkıbesinin peşinden koşar ve kendi evinde özgür olur, gerçekten özgür, sınırsız..
Hayatta hiçbirimiz eşit doğmuyoruz; işte bu yüzden özgürlüğümüzü sınırlandırıyoruz. Goethe’nin de dediği gibi:
Bir küçük halka
Sınırlandırıyor yaşamımızı

Bu tanımı gerçek haline çevirmek bizim elimizde. Ne zaman ki herkes kendi özgürlüğünü bulur; işte o zaman sorunun cevabı her zihinde aynı olur:
Özgürlük nedir?

Kesişen Yollar


Yunanlıların Zephyros’u, bizim Karayel adeta ruhuma işliyordu. Birbirine asla değmeyen, her kar tanesi havayı biraz daha soğutuyordu. Tam bu sırada minibüs geldi ve o havalı kapılarını soğuk havaya inatla savurdu.

Minibüsün içinde hava biraz daha ılıktı. Direksiyon başında, bıyıkları Nietsche ile yarışabilecek, ağzında sigarası, bir yandan para sayıp, bir yandan öndeki otomobili sollayan şoför; muavin koltuğunda ise çantasından ve gri kumaş pantolonundan tanıyacağımız bir lise öğrencisi oturuyordu. En arkadaki dörtlü koltuğun en dibinde yorgunluktan uyuyakalmış, genç bir sporcu vardı. Ayakkabılarına bakılırsa hayatını futboluyla kurtarmaya çalışan biriydi. Paramı uzattıktan sonra koltuğun diğer köşesine de ben oturdum.
Yüz metre gitmeden minibüs durdu, açılan kapılardan içeri bir adam ve yanında ufak bir çocuk girdi.
Adamın siyah kısa saçları, ince bıyıkları ve kemikli bir suratı; altında her tarafı beyazlamış bir kot pantolon, üstünde ince ve kısa bir deri ceket vardı. Yanındaki çocuk ise adamın tersiydi sanki. Amerikan tarzı kesilmiş sarı uzun saçları, pembe şişman yanakları; Ayağında yere basınca topuğunda lamba yanan “ışıklı ayakkabılar”ı, üstünde de yeşil ve kırmızının en uyumsuz tonlarından bir kaban vardı.
*** *** ***
Şule kapıyı açar açmaz;
Çekil ulan kapının önünden!” dedi ve Şule’yi kenara itti Cevat. Şule, Cevat’ın yürümesinden anlamıştı:
Sen gene mi haplandın?
Cevat onu duymamıştı, kulakları uğultudan başka pek bir şeyde duymuyordu zaten. Salona daldı. Şule arkasından uzandı, ve omzundan tutarak Cevat’ı çevirdi.
Sana sordum, sana! Alo?
Hiç düşünmeden bir tokat attı Şule’ye Cevat. Şule’nin kapının koluna kafasını vurduğunu görmemişti, etraf bu ayrıntıyı görmek için çok parlaktı. Oğlu annesinin düştüğünü görünce ağlamaya başladı. Cevat:
Eee, yeter be!” deyip çocuğu kaldırdı. Şimdi, olaydan üç gün sonra, ayıldıktan sonra, ne yapacağını bilmiyordu.
*** *** ***
Emir bakkalda her çikolata gördüğünde içi cız ediyordu. Çok isterdi oğluna bu çikolatalardan almayı ama parası yoktu. Oğlu da öyle akıllı bir çocuktu ki daha yedi yaşında olmasına rağmen durumu anlamış, babasından asla hiçbir şey istememişti. Bir kere, yalnızca bir kere, o da kendisi hatırlamayacak kadar ufakken babasından “çokonata” istemişti, ama alamamıştı babası. Oysa Emir Bey, -ki altı sene öncesine kadar bir “bey” idi-, çikolatalar içinde büyümüştü. Babasının bir çikolata fabrikası vardı. Münich Üniversitesi’nde işletme okumuştu, nerdeyse doğduğundan beri piyano çalar, at binerdi. Ama yeteneklerinin, eğitimlerinin hiçbiri onun şirketi kurtarmasına yetmemişti, şirketin borçlarını ödediğinde; annesi, babası ve karısının mezarından, bir yaşındaki oğlundan başka hiçbir şeyi kalmamıştı ve cebinde bir kuruş parası yoktu. Altı yıldır şans yüzüne hiç gülmemişti, hiçbir işte dikiş tutturamamıştı. Şimdi yeni bulduğu işine ilk defa gidiyordu. Sebebini bilmiyordu ama altı senedir kendisini ilk defa bu kadar iyi hissediyordu.
*** *** ***
Alican akıllı bir çocuktu. Pek fazla dışarıya çıkıp, oyun oynamayı falan sevmezdi, zaten bu yüzden tombul bir çocuk sayılırdı. Televizyon seyretmek en büyük zevkiydi, kendi yaşındaki çocuklara göre film ve dizi bilgisi inanılmazdı. Dolayısıyla bakkala gittiğinde hangi çikolatayı alacağını bilirdi, çünkü reklamını çoktan görmüş olurdu. Bakkaldan çıktığından bir adam onu silah zoruyla kaçırınca, bu sahneyi görmüş olduğu birçok film ve dizi geldi aklına. Ama o akıllı bir çocuktu, uslu bir çocuk gibi adamın sözünü dinliyordu. Kaçması gereken anı bulduğunda bilecekti, çünkü bir çok kez başka çocukların kurtuluşlarını seyretmişti. Ve şimdi minibüse bindikleri anda kaçış olanağını görmüştü.
*** *** ***
İpek Hanım kapıyı açmadan önce:
Aaa! Emre yeter ama! Eğer rahat durmazsan göndermeyeceğim seni.
Emre tehdidi anlamıştı ve hemen zıplamayı kesti.
Anca açtınız kapıyı ya! Ağaç oldum kapının önünde!
dedi İpek Hanım’ın kardeşi. Yeğeni Emre’ye söz vermişti, onu cumartesi günü Galatasaray’ın maçına götürecekti. Bugün o Cumartesiydi ve Emre sabah kalktığından beri, -ki saat sekiz sularında uyanmıştı-, elinde bayrağı dayısını bekliyordu. Saat beş buçuk gibi dayısı geldiğinde tam sıkılmaya başlıyordu, zaten annesi de sabahtan beri bunalmıştı Emre’den. Oğluna montunu giydirdikten sonra,
Yeğenine dikkat et, o benim tek oğlum.
Dedi kardeşine, ikisini birden öptü ve yolcu etti. Şimdi Emre, minibüse binerken, heyecanı biraz azalmıştı, çünkü çok üşümüştü.
*** *** ***
Minibüste rastladığım biri büyük, diğeri küçük iki insanın hayat hikayeleri hangisiydi, belki de hiçbiriydi, bilmiyordum. Çevremizde onca insan; hepsinin farklı yaşamları, anıları, hayalleri var. Onlar sokaklarda yanımızdan geçip giden; hayatın, -bizim için isimsiz-, karakterleridir. Biz de onlar için isimsiz karakterlerden biriyizdir. Belki biri bir gün hayatımızı kurtaracak, belki bizi polise şikayet edecek. Bunun bizim için önemi yoktur. Bizim için önemli olan kendi hayatımızdır.
Hayat, içinde herkesin kendine ait güzergahı olan, bir yoldur. Birçok kişinin yolu bir diğeriyle kesişir. Kimisi bizi etkiler, kimisi etkilemez. Ama hayatımıza giren kim olursa olsun, onun da kendine ait bir yolu olduğundan, belli bir süre sonra bizden ayrılır. İşte bu yüzden aileniz, arkadaşlarınız, eşiniz sizi ne kadar etkilerse etkilesin; bu yolda yalnızsınız. Yola nasıl tek başınıza başladıysanız, aynı şekilde tek başınıza bitireceksiniz; aradaki fark hafızanızdaki o renkli montlu çocuk ve ince bıyıklı adam olacak…

Ferit

Servisten indiği yerle, okul arasında beş dakikalık mesafe anca vardı. Okulun arka kapısından içeri girerken görevliye selam verdi. Sınıfa çıkmak için merdivenlere adımını attı.

Hayat bu aralar kötü gidiyordu. Artık on birinci sınıfa geçmişti. Okul derslerinin ağırlaşmasının yanında bir de ÖSS çıkmıştı başına. Oysa onuncu sınıf öyle kolaydı ki… Gene hiçbir şeyin zamanında değerini bilmemesine yakındı içinden. Ne olurdu dersler kolayken iyi notları toplasaydı? Şimdi aldığı kötü notları anca telafi ederdi. Bari ÖSS iyi olsa diye geçirdi içinden. Yok! O da iyi değildi. İyi bir sınıftaydı ama ısrarla kötü notlar alıyordu. Çalışmak istiyordu, gerçekten istiyordu, ama çalışamıyordu.
Sorunları bununla da bitmiyordu ki; başında sadece dersler yoktu. Sosyal hayatında da problemler vardı. Arkadaşlarıyla, ailesiyle sürekli tartışıyordu; arkadaşlarının kendisinden uzaklaştığını hissediyordu, ona göre ailesi fazla baskı yapıyordu, ailesine göre ise... Nedense insanlardan, ruhundan uzaklaştığını hissediyordu bazı zamanlar. Bir anda kendini “Acıların Çocuğu Emrah” gibi hissetti; her şeyden şikayet ediyordu. Oysa öyle iyi bir yaşamı vardı ki; sağlıklıydı, ekonomik durumu yerindeydi; mutlu bile sayılabilirdi.
Ama daha mutlu olduğu zamanlar olmuştu,biliyordu. Derslerinde başarılı, insanlarla mutlu, güzel bir kız arkadaşı olduğu zamanlarda olmuştu. Hayat kavramını kafasında hep bir denge olarak kurmuştu. Eğer bir şeyler almak istiyorsanız vermeliydiniz de. Hayat o zamanlar ona bir çok şey vermişti, ama o karşılığında bir şey vermemişti; hatta doymaz bir açgözlülükle hep daha fazlasını istemişti. Şimdi hayat ona artık daha az şey sunarken, ısrarla hiçbir şey vermiyor, üstüne de hep daha fazlasını istiyordu.
Ama sonra bu düşüncelerde saçma geldi. Ne yani hiç daha fazlasını istemeyecek miydi? Derin bir of çekti, sabah sabah bu ağır düşüncelerin kafasına nereden geldiğini merak etti. Bunları kafasından atmaya çalıştı.

Ferit gözlerini kapadı ve merdivenleri çıkmaya devam etti.

*** *** ***
Can inanılmaz mutluydu. Dün fizik sınavından doksan altı almıştı. Akşamda en yakın arkadaşına kalmaya gidecekti. Şimdi de yanında kız arkadaşı Selin, kantinden kahvesini almış sınıfına çıkıyordu. Tam o sırada ayağı merdivene takıldı ve kahvesinin birazını merdivene döktü.
“Hay bin kunduz…”

*** *** ***
Ferit, gözünü bir anlığına kapattığında; merdivenlere çıkmaya başlayalı pek olmamıştı. Kafasını boşaltmak için gözlerini kapadığı, o sırada ayağı kaygan bir şeye bastı ve dengesini yitirirken:
“Hay bin kunduz..”
Kapalı gözlerin ardı karardı… sonsuza dek…


“What if tomorrow the war could be over? Isn’t that worth fighting for? Isn’t that worth dying for?” *
Morpheus
The Matrix: Reloaded



* Ya savaş yarın bitecek olsa? Bu savaşmak için değmediği anlamına mı gelir? Ölmek için değmedi anlamına mı gelir?

c/p

Birazdan, zaman içerisinde yazmış olduğum 3 adet yazıyı koyucam buraya.. Yazıldıkları tarihleri hatırlamıyorum not da almamışım dolayısıyla tarihsiz alakasız yazılar olacak ama benim yazılarım onlar :)

Teşekkür

Bu bir teşekkür yazısı olacak ama bir teşekkür yazısı için çok sönük normalde burda yazıdığım herkese teşekkür için günler, sayfalar harcamam gerekir. Ama şu anda aklıma gelen, içimden geçen ve genelde bu siteyle alakalı insanlara teşekkür edicem... Belki zaman içinde genişletir ve daha güzel bir teşekkür yazısı haline getiririm. O yüzden ne olur "Babana sevgin bu mu?" "Allah'ı böyle mi sevdiğini ifade ediyosun? Bre zındık!" gibi ifadelerden kaçının =) kendinizi mutlu hissetin, zamanın akışına salın. (Eeee peki!) Bu arada unutulanlar, arada kaynayanlar: ya unutulmadınız yürektesiniz, ya harbiden yazmayı unuttum (aklıma gelince yazarım), ya da düşündüğünüz kadar önemli değilsiniz benim için yazmadım o yüzden! (nihohaha)

  • İnsan ırkını ve çevresini donatan herşeyi yarattığı için; ayrıca hayatta hiçbir zaman kaybetmeyeceğim, tutunabileceğim inancım olduğu için Allah'a
  • Yazıyı bulduğu için Sümerlere
  • Havva'yı bulduğu için Adem'e (bu son ikisi Gani Müjde ağabeyimdendir..)
  • Benim Havva'mı daha henüz bulamamasına rağmen kadere
  • Orada olduğuna inandığım Havva'ma
  • Benim için hertürlü eziyeti çeken, herşeyi mümkün kılan, bizi herşeyden fazla seven; hayatımı kuşatan canlar canı anneme
  • Benim için hep orda olduğunu bildiğim, bizlerden hiçbirşeyini esirgemeyen, benim dünyamı bana gösteren kral babama
  • Sert kabuklu, içi bonbon dolu, daha yeni tanımaya başladığım şugar ablama
  • Bilumum okullarda ki bana birçok şey öğreten, öğretmenlerime(Ataköy 50. Yıl, Uğur Koleji, Sevinç Dershanesi, Alman Lisesi, Fen Bilimleri Merkezi Dershanesi, kimi özel hocalar...)
  • "Onlar kendilerini biliyor", hepsinden daha fazla sevdiğim öğretmenlerime(Uğur Koleji, Sevinç Dershanesi, Alman Lisesi, Fen Bilimleri Merkezi Dershanesi, kimi özel hocalar...)
  • Bu okullarda bulunan bilumum arkadaşlarıma (Ataköy 50. Yıl, Uğur Koleji, Sevinç Dershanesi, Alman Lisesi, Fen Bilimleri Merkezi Dershanesi...)
  • Gene bu okullarda bulunan ve "Onlar kendilerini biliyor" arkadaşlarıma(Uğur Koleji, Sevinç Dershanesi, Alman Lisesi, Fen Bilimleri Merkezi Dershanesi...)
  • Hayat yolunda güzergahları bir şekilde benimle kesişen insanlara
  • Benim yolumu da etkileyen o özel insanlara
  • Beni, -her kim ise-, bilgisayarla tanıştıran yüce şahsiyete
  • Beni internetle tanıştıran kuzenime
  • Denyo Windows'u bulan keko Bill Gates'e
  • World Wide Web'i bulan adını unuttuğum rahmetliye
  • Bu internet leb-i deryasında nicklerimizin karşılaştığı homosaphienlere, neandantalerlere
  • blog'undan bazı kodlarını çaldığım, yazılarını, -daha okumadım ama okuyunca-, çok seveceğimi düşündüğüm mtlda'ya
  • Çötendönk diye bu siteyi bana yaptıran "www.blogger.com"a
  • Benimle net diyarlarında yüzmeye başlayan, açılmaktan hiç korkmayan, başından kalkmayan "durdurulmuş zihin" emko'ya
  • Bunları yazabilmemi sağlayan bütün zihinsel ve fiziksel vücut organlarıma, yani kendime

herşey için teşekkür ederim.

ps:bu yazı harbiden ve herhal sonsuza dek "under construction"

Başlıyoruz...

Efendim, şu sıralar blog olayı çok revaçta... Röportajlar, siteler heryer bunlardan... Benim kafamda daha farklı bişey vardı, ama html yazmayı unuttuğum ve tekrar hatırlamaya üşendiğim için vazgeçtim; direk işin kolayına kaçıverdim. =) Ayrıca, işin tanımında bir karmaşalar, bir hareketler olduğu için baştan söyliyimde karmaşa çıkmasın: "Bu site eğer sizin blog tanımınıza uyuyorsa, bir blogdur; değilse, öyle bir sitedir." Yani işin açık saçık hali şu. Ben yazıyorum, ad koymadan... Sevmem zaten herşeyi tanımlamayı falan..
Herneyse benim asıl söylemek istediğim bunlar değil... Giriş yazısı yazacaktım, olay "blog"a kayınca bide blog yazısı yazmak durumunda kaldım.
Efendim, ben aklımdan geçenleri yazmayı seven bir insanım ve biliyorum ki yazarak gelişecek yeteneklerim o yüzden yazmaya vermek istiyorum kendimi ama zor bişey bu "yazma" işi. İşte o yüzden bu tarz yaz, bitir işleri daha rahat benim için...
Buraya canım ne isterse, aklıma ne gelirse onu yazıcam... Hiç utanmicam, çekinmicem... Tamamen kişisel blog havasında olacak, dolayısıyla "işin etiği" konularını direk geçiyorum. (Evet, bazen çok terbiyesiz olabiliyorum. :) )
Gelelim imla, noktalama işerine.. Seviyorum ikisinide kullanmayı ama yazımı bölmek istemiyorum onlarla... Elimden geldiğince tam kullanmaya çalışacağım, ama edebiyat hocası falan değilseniz =), lütfen gelip "Bağlaç "de" ayrı yazılır" demeyin... Seneye ÖSS'ye giricem biliyorum zaten, ama o kadar ilgimi çekmemiştir o an. :)
Birde etmem gereken teşekkürler var elbet! Ama duuuuur! Benim teşekkürüm uzun olucak burayı çok tutmayayım onun için yeni post şeysi edeyim...
Ama önce şu sayfanın tepesindeki kocaman "Oh no it's him again..." yazısını kaldıramadım yardımcı olana bir kara saplı rocco var benden...
Hımm! Şimdilik açılış için gerekli olan belgeler bunlar herhalde... İkametgahımı da sonra getirim efem...
Saygılar..
 

Dinlediğiniz için saolun... Biz hep burdayız..