Cuma, Haziran 17, 2005

Kesişen Yollar


Yunanlıların Zephyros’u, bizim Karayel adeta ruhuma işliyordu. Birbirine asla değmeyen, her kar tanesi havayı biraz daha soğutuyordu. Tam bu sırada minibüs geldi ve o havalı kapılarını soğuk havaya inatla savurdu.

Minibüsün içinde hava biraz daha ılıktı. Direksiyon başında, bıyıkları Nietsche ile yarışabilecek, ağzında sigarası, bir yandan para sayıp, bir yandan öndeki otomobili sollayan şoför; muavin koltuğunda ise çantasından ve gri kumaş pantolonundan tanıyacağımız bir lise öğrencisi oturuyordu. En arkadaki dörtlü koltuğun en dibinde yorgunluktan uyuyakalmış, genç bir sporcu vardı. Ayakkabılarına bakılırsa hayatını futboluyla kurtarmaya çalışan biriydi. Paramı uzattıktan sonra koltuğun diğer köşesine de ben oturdum.
Yüz metre gitmeden minibüs durdu, açılan kapılardan içeri bir adam ve yanında ufak bir çocuk girdi.
Adamın siyah kısa saçları, ince bıyıkları ve kemikli bir suratı; altında her tarafı beyazlamış bir kot pantolon, üstünde ince ve kısa bir deri ceket vardı. Yanındaki çocuk ise adamın tersiydi sanki. Amerikan tarzı kesilmiş sarı uzun saçları, pembe şişman yanakları; Ayağında yere basınca topuğunda lamba yanan “ışıklı ayakkabılar”ı, üstünde de yeşil ve kırmızının en uyumsuz tonlarından bir kaban vardı.
*** *** ***
Şule kapıyı açar açmaz;
Çekil ulan kapının önünden!” dedi ve Şule’yi kenara itti Cevat. Şule, Cevat’ın yürümesinden anlamıştı:
Sen gene mi haplandın?
Cevat onu duymamıştı, kulakları uğultudan başka pek bir şeyde duymuyordu zaten. Salona daldı. Şule arkasından uzandı, ve omzundan tutarak Cevat’ı çevirdi.
Sana sordum, sana! Alo?
Hiç düşünmeden bir tokat attı Şule’ye Cevat. Şule’nin kapının koluna kafasını vurduğunu görmemişti, etraf bu ayrıntıyı görmek için çok parlaktı. Oğlu annesinin düştüğünü görünce ağlamaya başladı. Cevat:
Eee, yeter be!” deyip çocuğu kaldırdı. Şimdi, olaydan üç gün sonra, ayıldıktan sonra, ne yapacağını bilmiyordu.
*** *** ***
Emir bakkalda her çikolata gördüğünde içi cız ediyordu. Çok isterdi oğluna bu çikolatalardan almayı ama parası yoktu. Oğlu da öyle akıllı bir çocuktu ki daha yedi yaşında olmasına rağmen durumu anlamış, babasından asla hiçbir şey istememişti. Bir kere, yalnızca bir kere, o da kendisi hatırlamayacak kadar ufakken babasından “çokonata” istemişti, ama alamamıştı babası. Oysa Emir Bey, -ki altı sene öncesine kadar bir “bey” idi-, çikolatalar içinde büyümüştü. Babasının bir çikolata fabrikası vardı. Münich Üniversitesi’nde işletme okumuştu, nerdeyse doğduğundan beri piyano çalar, at binerdi. Ama yeteneklerinin, eğitimlerinin hiçbiri onun şirketi kurtarmasına yetmemişti, şirketin borçlarını ödediğinde; annesi, babası ve karısının mezarından, bir yaşındaki oğlundan başka hiçbir şeyi kalmamıştı ve cebinde bir kuruş parası yoktu. Altı yıldır şans yüzüne hiç gülmemişti, hiçbir işte dikiş tutturamamıştı. Şimdi yeni bulduğu işine ilk defa gidiyordu. Sebebini bilmiyordu ama altı senedir kendisini ilk defa bu kadar iyi hissediyordu.
*** *** ***
Alican akıllı bir çocuktu. Pek fazla dışarıya çıkıp, oyun oynamayı falan sevmezdi, zaten bu yüzden tombul bir çocuk sayılırdı. Televizyon seyretmek en büyük zevkiydi, kendi yaşındaki çocuklara göre film ve dizi bilgisi inanılmazdı. Dolayısıyla bakkala gittiğinde hangi çikolatayı alacağını bilirdi, çünkü reklamını çoktan görmüş olurdu. Bakkaldan çıktığından bir adam onu silah zoruyla kaçırınca, bu sahneyi görmüş olduğu birçok film ve dizi geldi aklına. Ama o akıllı bir çocuktu, uslu bir çocuk gibi adamın sözünü dinliyordu. Kaçması gereken anı bulduğunda bilecekti, çünkü bir çok kez başka çocukların kurtuluşlarını seyretmişti. Ve şimdi minibüse bindikleri anda kaçış olanağını görmüştü.
*** *** ***
İpek Hanım kapıyı açmadan önce:
Aaa! Emre yeter ama! Eğer rahat durmazsan göndermeyeceğim seni.
Emre tehdidi anlamıştı ve hemen zıplamayı kesti.
Anca açtınız kapıyı ya! Ağaç oldum kapının önünde!
dedi İpek Hanım’ın kardeşi. Yeğeni Emre’ye söz vermişti, onu cumartesi günü Galatasaray’ın maçına götürecekti. Bugün o Cumartesiydi ve Emre sabah kalktığından beri, -ki saat sekiz sularında uyanmıştı-, elinde bayrağı dayısını bekliyordu. Saat beş buçuk gibi dayısı geldiğinde tam sıkılmaya başlıyordu, zaten annesi de sabahtan beri bunalmıştı Emre’den. Oğluna montunu giydirdikten sonra,
Yeğenine dikkat et, o benim tek oğlum.
Dedi kardeşine, ikisini birden öptü ve yolcu etti. Şimdi Emre, minibüse binerken, heyecanı biraz azalmıştı, çünkü çok üşümüştü.
*** *** ***
Minibüste rastladığım biri büyük, diğeri küçük iki insanın hayat hikayeleri hangisiydi, belki de hiçbiriydi, bilmiyordum. Çevremizde onca insan; hepsinin farklı yaşamları, anıları, hayalleri var. Onlar sokaklarda yanımızdan geçip giden; hayatın, -bizim için isimsiz-, karakterleridir. Biz de onlar için isimsiz karakterlerden biriyizdir. Belki biri bir gün hayatımızı kurtaracak, belki bizi polise şikayet edecek. Bunun bizim için önemi yoktur. Bizim için önemli olan kendi hayatımızdır.
Hayat, içinde herkesin kendine ait güzergahı olan, bir yoldur. Birçok kişinin yolu bir diğeriyle kesişir. Kimisi bizi etkiler, kimisi etkilemez. Ama hayatımıza giren kim olursa olsun, onun da kendine ait bir yolu olduğundan, belli bir süre sonra bizden ayrılır. İşte bu yüzden aileniz, arkadaşlarınız, eşiniz sizi ne kadar etkilerse etkilesin; bu yolda yalnızsınız. Yola nasıl tek başınıza başladıysanız, aynı şekilde tek başınıza bitireceksiniz; aradaki fark hafızanızdaki o renkli montlu çocuk ve ince bıyıklı adam olacak…

2 yorum:

Mehmet Çağrı Köse dedi ki...

"İşte bu yüzden aileniz, arkadaşlarınız, eşiniz sizi ne kadar etkilerse etkilesin; bu yolda yalnızsınız."

Peki.Bir gün bir şey oldu(Aslında öyle durup dururken bir gün olmadı)(Aslında hikayenin taa en başına dönersek evet bir gün bir anda oldu ama hiç karıştırmayalım içinden çıkamayız), ne olduğunu o gün anlayamadım, bugün de henüz anlayabilmiş değilim. Neyse işte o şey olduktan sonra ben yalnızlığıma tek başıma devam edemediğimi fark ettim.Bana eşlik edenin de benimle aynı şeyleri hissettiğini öğrendim.Gördüm ki iki insanın özlerinde koşulsuz hüküm süren yalnızlıkları bir yolda yürüyebiliyorlar.Gördüm ki yalnızlığını iki kişi yaşayabiliyorsun...

Eğer sen bir minibüsten bu kadar hayat hikayesi çıkartıyorsan senin için diğerleri o kadar önemsiz değil demektir.Ve eğer sen böyle bir şey yapıyorsan diğerleri de bunu yapıyor demektir.Ve o zaman diğerleri için de sen o kadar önemsiz değilsin demektir.

Üzerinde yaşadığımız dünyayı yalnızca rüzgarların sesinin duyulduğu hayalet kasabasına çevirmemek lazım.Bir,dünya o kadar küçük değil; iki,bizler hayalet değiliz.

Güven,saygı,düşünce...Sevgi, bunlar sırasında hiç bilinemeyen bir anda, hiç bulunamayan bir kaynaktan günışığına çıkacaktır zaten.

he bi de bağlaç olan "-de"lere dikkat et ;)

Mert İ. ERTEN dedi ki...

ya şunu belirtmemde fayda var ya... bu yazıda tamamen kendi düşüncelerimi savunmadım... bu yazı, tasvir yeteneğimi geliştirmek için yazılacaktı sadece.. daha sonra başka bi yazı projemle birleşti (yol bağlantısı), ardından didem hoca (okulun edebiyat hocası, okul dergisinin editörü) "sonu böyle olmamış biraz daha bişeyler ekle" dedi.. ancak bence fazlasıyla didaktik bu bölümü ekleyebildim...

bide imla, yazımlara takmayın fazla... edebiyat hocaları onları düzeltmek için var =) bide hata dediklerinize biraz daha dikkatli bakın çünkü bu yazı hocalar tarafından kontrol edildi... =)

 

Dinlediğiniz için saolun... Biz hep burdayız..